26 Aralık 2010

en büyük öfkem

yüzyıl oldu buraya yazmayalı. niye yazmadığım ya da niye yazamadığım hakkındaysa en ufak bir fikrim yok. çok sıkıntılıyım bu aralar. sıkıntılar öyle bir kol geziyor ki içimde kusmak istiyorum bazı bazı. nolur biri benim yerime literatür tarasa, makale okusa da ben bi tuvalete gitsem?


buralardan türlü çeşit insana küfredesim var. bazılarınız o kadar salaksınız ki sinirlerimi bozuyorsunuz. bazılarınız da o kadar şen şakraksınız ki içimi bayıyorsunuz. ve bazılarınız da o kadar ukala ki gelen çişimi tutamamama neden oluyor.


hazır çiş demişken buradan "kış" hakkında da diyeceklerim var. o kadar soğuk ki beynim uyuşuyor. sıcaklığın inatla azalmasıyla mesane büyüklüğüm doğru orantılı işliyor, bu da beni çok zor durumlarda bırakıyor. ayrıca sabah 6da havanın "aydınlansam mı, biraz daha mı kararsam" kararsızlığı yatağa geri dönmeme neden oluyor.


sonuç paragrafları beni uyuz ediyor. bir türlü karar veremiyorum "kısacası" mı desem "sonuç olarak" mı desem, en sonunda da bir şey yazmamaya karar veriyorum.


bu kadar.

15 Kasım 2010

bayramlar götürsün seni tez zamanda en fena bedduadır bana

bayramda süslenip püslenip evde oturup misafir beklemek bizim ailenin genel prensibidir.

tüm bayram boyu bunu yaparız ve birbirimize küfürler ederiz.

çünkü, bayramlıklarımızın içinde olduğumuz için çok stresli oluruz.

bayram, bizim için "stres"in takma adıdır.

misafirin gelmemesi de cabasıdır, tüy dikmek anlamındadır.

23 Ekim 2010

kendimi öyle aciz hissediyorum ki yorganın altında yarı baygın geçirmek istiyorum ömrümü.

"akıl almaz işler yapacağım" dediğim günlerin aksine kendimi klozette boğmak istiyorum bugünlerde.

iki seçeneğim var; ya yorganın altı ya da klozetin derin suları.

klozet daha onurlu bir seçim olurdu galiba.

20 Ekim 2010

bir türlü düzene sokamadığım bir giysi dolabı gibi beynim

beynimde bir iltihap var. dibi taş rengi, uca doğru sarılaşıyor. başındaki siyah nokta her geçen dakika biraz daha büyüyor. patlaması bekleniyor, ama o şişiyor. şiştikçe kafam karışıyor. kafam karıştıkça düşünemiyorum. düşünemedikçe... yapamıyorum.

bazılarınız var, yazma isteğimi körüklüyor. yazmak istiyorum sizleri okudukça. sayfalarca yazmak, akıllarca yazmak, uçan kafalarca yazmak...

dağınığım. dağılmış değil, dağınık.

26 Eylül 2010

aşk; iki ağız kokusunun birbirine karışmasıydı.

uyandım. dudaklarım kurumuş, birbirine yapışmıştı. nefes almaya çalıştım. zor oldu. zira akciğerlerimin hemen üstündeki iman tahtamda biri oturuyordu sanki. oysa ki rüyamda ne kadar da mutluydum, ne kadar da nefes alabiliyordum. şimdiyse bütün soluk borum düğüm düğümdü. yanıma baktım. boştu. boşluk.

terminaldeyiz. ikimiziz. sarılmışım. nefes almak kolay.


gözlerimi kapattım. rüyama geri dönmeyi diledim. beş dakika. on dakika. tekrar uyumaya çalıştım. bütün ayrıntıları düşündüm. beş dakika. on dakika. gözlerimi açtım. her zaman devam edebilirken şimdi neden olmuyordu?

bir şeyler anlatıyor bana. bir yandan da kahkalar atıyor.

gözlerimi kapattım. yanımda olmasını diledim. gözlerimi açtım. boşluk. düşünce gücü işe yaramıyor muydu kitaplarda?

gözlerimi açmış ilgiyle dinliyorum. dudaklarımın kenarları kıvrılıyor. eğleniyorum belli.

gözlerimi kapattım. hasta olmayı diledim. bütün gün yatakta kalmak, yer yer uyumak. gözlerimi açtım. akıl sağlığımdan şüpheliydim.

konuşmaktan bıkmıyor. yorulmuyor. ben de favorileriyle oynuyorum.

tavana baktım. hikayeler, hareketler, söylenen sözler hücum ediyordu beynime. hiçbirinin anlamı yoktu. hepsinin anlamı vardı. sorular vardı, nedenler-nasıllar. hayaller vardı, şöyleler-böyleler. keşkeler vardı, yapılanlar-yapılmayanlar. hareketler vardı, aşağılayanlar-göklere çıkaranlar. küfürler vardı, genelde akıllara.

çay içiyoruz. o, çok mutlu. ben, biraz şaşkın.

yanımda olsaydı ne olacağını düşündüm. huzurun yanısıra huzursuzluk. mutluluğun yanısıra mutsuzluk. sevginin yanısıra sevgisizlik. acımanın yanısıra nefret. hiçbiri tek başına yoktu. hepsi birlikte vardı.

sandalyesini yanaştırıp sarılıyor bana. nasıl da sevgiyle bakıyor... gözleri nasıl da parlıyor...


doğru olanı yapmak... doğru olan bu muydu? yanlış olan neydi? nasıl ayırt etmiştik ki bunları birbirinden? hangisi kime zarar veriyordu? doğru olanı yapmıştım... da niye nefes alamıyordum? niye rüyama, onun yanına dönmek istiyordum? niye ömrümün sonuna kadar orda kalmak istiyordum? niye uyanmak zorundaydım? niye hayata devam etmeliydim? niye hayat devam ediyordu? sorular... hiçbirinin cevabı yok. hepsinin cevabı var.

öpüyor beni. ne kadar da yumuşak dudakları... hiç bırakmak istemiyorum.


yanımda olsa ne olacağını düşündüm. benden önce uyanmış olacaktı. biraz bekleyecekti belki kendiliğimden uyanırım diye. beş dakika. on dakika. dayanamayıp uyandıracaktı beni. sinirli olacaktım, ama belli etmemeye çalışacaktım. öpmeye başlayacaktı beni. ağız kokularımızdan dolayı çok rahatsız olacaktım bu durumdan, ama sesimi çıkarmayacaktım.



















görsel sahibi

05 Eylül 2010

trajikomik bir hikayem var

geçen hafta yüksek lisansa kayıt yaptıracaktım. istenilen belgeler arasında nüfus cüzdanı örneği vardı. tabi benim bunu son güne kadar nüfus cüzdanı fotokopisi sanmam hiç de trajikomik değilmiş, o gün öğrendim.

neyse, o sabah muhtarlığa gitmek için normalde gitmem gereken saatten 1saat erken çıktım evden. bu da demek oluyor ki 1saat daha erken uyandım. sabahın 5inde yatmamış olsaydım bu o kadar da önemli olmazdı. saat 8de kalkmam gerektiği düşünülürse, lanetler olsun 1saat daha az uyudum!

muhtara gittim ki bir de ne duyayım "senin kaydın burada değil, nüfus müdürlüğüne gidip beyanda bulunman gerekiyor." ben de düşündüm ki benm kaydım burda değilse 4 senemi geçirdiğim odanın muhtarındadır. aştiye gidip otobüse binip 2 saatlik otobüs yolculuğunu alnımın akıyla tamamladıktan sonra muhtara gittim. tam muhtarlığın kapısına ulaşmıştım ki hemen yanı başındaki camiye girmekte olan adam bana bağırmaya başladı: "sen muhtara mı geldiydin?" inanamadım, azarlıyordu beni. bu ses tonunu nerde olsa tanırım.
"evet" dedim.
"e ben muhtarım"
"aa öyle mi?"
"e sen beni görüyon da niye sormuyon muhtar sen misin diye?"
"bilemedim işte ben"
"bak işte beklicektin orda iki saat. sorsana bana sen muhtar mısın diye. neyse ben bi namazımı kılayım da gelirim. sen bekle orda. aha bak orda oturak var, orda bekle"
"peki"

bu arada tabi benim söylediklerimin veya söyleyeceklerimin hiçbir anlamı yoktu. bu şehrin insanlarının konuşup konuşup da karşılarındakini dinlememe gibi bir özelliği vardır, o yüzden yormadım hiç kendimi, he dedim geçtim. zaten söylenenlerin çoğunu da anlamıyordum helölelöa diye konuştuklarından ötürü.

yarım saatlik bekleyişin ardından muhtar görev yerine geldi. nüfus kağıdı örneğimi istedim, o da bana "senin kaydın burda değil" dedi. "nerde peki?" dedim. "nüfus müdürlüğüne git" dedi. "peki" dedim. allahtan şehir küçük, 5 dakika ile yarım saat arasında istenilen yere ulaşılabilir. neyse, belirttiğim zaman zarfı içinde nüfus müdürlüğüne ulaştım ve "kaydım nerde acaba?" diye sordum. adam bana dedi ki "senin kaydın silinmiş." evet, yüzümdeki ibiş ifadeyle ibik gibi kaldım orda. meğerse efenim benim kaydım tee 3 sene önce yapılmış oraya, 3 ay kalmış ve sonra silinmiş. adam bişeler geveledi yok seçimde oy kullanmamışsın da ondan silinmiş yok sayımda yokmuşsun da ondan olmuş hödö födö. hiçbir şey anlamadım. umrumda olan tek şey nüfus cüzdanı örneği almaktı. oradaki 3 kişi bana laf anlatmaya çalıştı, benim soruma cevap vermedi. sonra birisi dedi ki bana "nüfus müdürlüğüne kaydını yaptır yalnız cezası var. 300lira bi de tabi faizleri var geç kaldığın için." hiçbir şey demedim, sadece gözlerim büyüdü ve kıpkırmızı oldum. sonra farkettim ki umrumda olan tek şey hala nüfus cüzdanı örneği. oradaki insanlara biraz bağırdıktan sonra yüksek lisans kaydında nüfus cüzdanı fotokopisini de kabul ettiklerini öğrendim ve ordakilere gülümseyerek teşekkür ettim, çıktım.

kayıt işini hallettikten sonra götüme giren 300lira ve faizleri düşündüm. sonra babamdan yiyeceğim azarı düşündüm. bu noktadan sonra düşünmeyi bıraktım.


hikayenin trajik kısmı 3 sene boyunca orda yaşamama rağmen kaydımın silinmiş olmasıydı.
hikayenin komik kısmıysa 300lira+faizleri taksitle ödeyebileceğimdi.


babama anlattım olayı. beklediğim azarı alamadım, şaşkınım.
şimdi aynı ilgisizlikle hayatımıza devam ediyoruz.

04 Eylül 2010

hey, ben 4 sene boyunca bir odada yaşadım!

4 senelik yarı özgürlükten sonra eve dönmek hiç de iç açıcı değil.

4 sene boyunca sen istediğin zaman istediğin şeyi yap, istediğin saatte git istediğin saatte gel, istediğin zaman ye, istediğin zaman uyu sonra bütün bunların üstüne verilen tepki "hiç odasından çıkmıyor, biraz benim yanımda oturmuyor" olsun.
hey! ben 4 sene boyunca bi odada yaşadım!


o kadar zaman kendi kendime yeni alışkanlıklar edinmişken benden eskisi gibi davranmamı nasıl bekleyebilirler ki? hem de hükümdarlığım daha iki ay önce sona ermişken.
kendi kendime yaşamaya alıştım. bu alışkanlığımın birden bire değişmesini bekliyorlar benden ve ben daha bi yere giderken malumat vermekte zorlanıyorum. onlarsa onlarla zaman geçirmemi istiyorlar. babam allahtan sadece çay koymamı istiyor. ha tabi bir de annemin dediklerini yapmamı. annemse onunla oturup dizi seyretmemi istiyor, sabahları müge anlı izleyelim diyor, hiçbir şey yapmasan da gel yanımda otur diyor. sorun şu ki SIKILIYORUM. ama bu sıkılmak annemi sadace kırıyor, bana anlayış göstermesi için bir neden değil. bunların dışında illa bişe söylemeleri gerekmez, bir kere söyledikten sonra ben her şeyden kıllanabilyorum. odanın önünden geçerken annemin durup da o küçücük aradan bakmaya çalışması, salondan odama ulaşmaya çalışan fısıltılar, yanlarına gittiğimde "evet? gene ne isteyeceksin bakışları?"... hele de bu sonuncusu, beni en çok çıldırtan. "ben sizden bişe istemiyorum, siz benden istememi istiyorsunuz!" diye bağırmak istiyorum. sanki onlara yalvarmam gerekiyormuş gibi hissettiriyorlar ve bu çok sinir bozucu.

bu iş beni çok geriyor. akşam uyurken, sabah uyanma konusunda söylenecekleri için geriliyorum. sabah uyandığımda, biraz daha uyumak istediğim için geriliyorum. akşam yemekte geriliyorum. yemeğim bitince masadan kalkarken geriliyorum. en kötüsü de bütün gün odamda geriliyorum. ve bu gerginlikten en yakın zamanda kurtulmak istiyorum.

30 Ağustos 2010

sevgili teknoloji,

bokum gibisin. bi sikim anlamıyorum senden. senden nefret etme yolunda emin adımlarla ilerliyorum haberin olsun. yakında buralardan sana lanet yağdırmaya başlarsam hiç şaşırma.

senin yüzünden insanlarla yüz göz olmaktan sıkıldım artık. "abi sende bi program vardı ya onu bana bi kurak nolur" "hacı format lazım artık bana, zamanı geldi" "hssktr abi ya takıldı bu gene, noldu buna ya, bi el at gözünü sevem" demeketn bıktım insanlara. kanımca artık onlar da benden bıktı. bıkmasalardı zaten "ne salaksınız lan" derdim onlara, bunu da yapardım.

bi de iyi ki bu msn'dir face'tir oralarda çevrimdışı takılabiliyosun ya. çevrimiçi olmak ölüm gibin resmen. bazen öldüm de cehenneme gittim sanıyorum. bi meşgul oluyorum 8 kişi birden yazıyo aq. lan adı üstünde meşgulum lan. cevap yazmayınca da trip atarlar. oof ölür müsün öldürür müsün? söle blog, sen hangisini tercih ederdin? ya da sen söle teknoloji, hep senin başının altından çıktı bunlar sen cevap ver o yüzden.

öle işte. daha da dicek bişeyim yok. zaten sıcaklar yüzünden fazlaca dicek bişeyim olmuyor. kışın da soğuklar yüzünden olmuyor zaten. o yüzden de bi konuşup iki dinlemeyi hayat felsefesi yaptım kendi kendime. çok mantıklı. bence siz de öle yapın da şu gürültü biraz kesilsin. ne o öle sürekli bıdı bıdı uyuz ediyonuz beni. çeneniz de yorulmuyo ki, habire konuş babam konuş.

böyle de birbiriyle alakasız bir sürü şey yazarım işte.

tamam, sus artık.

26 Ağustos 2010

durdum burda sana şiir yazdım...

şimdi yanımda olsa,
sarılsa bana...
ben de "öf çok sıcak, bi git allasen" desem...

şimdi yanımda olsa,
durmadan konuşsa...
ben de "öf bi sus lütfen" desem...

şimdi yanımda olsa,
şeberse karşımda...
ben de "ay bi dur, bişe izliyorum" desem...

yine de severdi beni...

22 Ağustos 2010

Bir güvercin gibi ak
o gizli kıyıda
susadık öğle üzeri:
...ama tuzluydu sular.

Sarı kumların üstüne
adını yazdık onun,
ama bir rüzgâr esti denizden
ve silindi yazılar.

Nasıl bir ruh, bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
yaşadık:yanılmışız!
Değiştirdik öyle yaşamayı.

Yorgo SEFERIS

12 Ağustos 2010

gelişim engeli: ...

sabah 5te yatmış bi insan olarak aynı sabah 9da uyandırıldım sevgili Dif tarafından.
yürüyüşe çıkıp çeşitli sporlar yapmamız konusunda ısrar etti.
bu ısrarların üstüne ben de "memimö" diyince kızdı bana "otura otura o kıçın büyücek kafam kadar olcak" diye.
ben de diyemedim ki "gelişimime neden engel oluyosun?"
sonradan aklıma geldi.

09 Ağustos 2010

stepping stone--milow

dinle


we should have a word together
I think you and I
we never should have slept together
never should have tried

we should have a word together
it's time you understand
that I think the situation
is getting out of hand

like a stepping stone a breaking bone
the moves we make alone
still we pretend nothing's wrong at all
you have changed I have changed
in a different way we changed
every step we take we're more alone

we should have a word together
I know that I said
that we were meant to be together
I wish I never had

we should have a word together
it's time we break our fall
because trying isn't always better
than not trying at all

02 Ağustos 2010

temmuzun 31'i

dün günlerden sevgili ançi Dif'in doğum günüydü.

evet, aramızda 1 hafta var, az erken gelememiş şapşal. gerçi bölesi daha bi güzel, sürekli bi bahaneyle içiyoruz, eğleniyoruz falan, şahane oluyor.


nese dün çeşitli nedenlerden dolayı kutlayamamıştık doğum gününü. telafi amaçlı bugün kutladık. denişik bi pub'a gittik. çok ses vardı, doru düzgün konuşamadık bile, kulaktan kulağa oynadık resmen. sevmiyorum bu kadar gürültülü olunca. orda şunu anladım, müzik bizi öldürüyor. bizi derken "bizi", sizi değil.

aaa en güzeli şeydi, bissürü uçan balonumuz vardı. dilek tutup onları havaya uçurduk. en yükseğe benimkisiler uçtu, baya hızlıydılar şerefsizler =) Dif'in koluna da bi tanesini bağladık, bütün gece yeşil balonuyla takıldı, bizi sallamadı falan.

eet, güzel bi geceydi. kızkıza takılmayı seviyorum. özellikle süslenip püslenip de bi yerlere gitmeyi seviyorum. bi gece oturup da '7 kocalı hürmüz'ü seyredişimizi seviyorum. "ver ver ver allam ver" diye baara baara dans edip arkasında da salak gibi kahkahalarla gülmemizi seviyorum. kız muhabbetini seviyorum (bazen artık beynim bu durumdan isyan etse de seviyorum). birbirimize paso akıl vermemizi seviyorum ve kendi başımıza merhem süremememizi seviyorum. bi de şey, ehem eet, ben bu "bizi" seviyorum. kalp.


bu arada şu an karşımda 2 adet ev faresi var. ev faresi de neyse artık, cinslerini bilmiyorm napim=) kafeste merdiven gibi bişe var, biri ona serildi uyuyor, diğeri de tekerleğin içine yatmış başını aşağıya sarkıtarak uyuyor. çok denişikler lan o.o hayretler içinde kalıyorum bazen o.o bi de şapşallar =) hatta an itibariyle tekerlekteki fare kafa üstü düştü =D ve hayır efenm uslanmadı, gitti gene aynı yere aynı şekilde yattı. şapşal işte.


pekiii, neymiş o zaman ?

iyki doğmuş Dif .kalp.




görsel sahibi

29 Temmuz 2010

grip hastası

hasta olcam, hissediyorum bunu. Dif her ne kadar saçmaladığımı sölese de hissediyorum abi, var mı ötesi. hani kadın dediğin hissederdi, hani kuvvetliydi hisleri. yalan mıydı bütün bunlar...

böle her yerim ağrıyo ya. sırtımdan tut da parmaklarımın eklemlerine kadar. annemin bi taktiği vardır bu ağrılara karşı, akşam yatarken böle kırılan yerlere kolonya sürer sabaha o ağrıdan eser kalmaz. harbi kalmaz. ben de onu yapcam işte. yalnız, tırnaklarıma kadar kolonya sürünmem gerekiyo zanlımca.

nese hasta olunca yazarım artık. gerçi önlemlerimi aldım, ilaç neyim içtim. ama bakalım işte.

28 Temmuz 2010

çok korkunç bi rüya gördüm blog. rüyamda tek kolumda 2 olmak üzere 4 adet dirseğim vardı. üstelik her iki çiftten biri küçük biri büyüktü. bide yaralar vardı üzerinde. bu ne aq =S

27 Temmuz 2010

temmuzun 24'ü

evvet efenim, bir doğum günü daha geldi geçti, hatta deldi geçti. gönül ister ki hiç geçip gitmesin, ama maylesef zaman denilen kavramı habire ilerlettiğimiz sürece her doğum günü bi gün bitecek....
bu doğum günümün diğerlerinden farkı kutlu doğum haftası şeklinde vuku bulması. valla bölesi de bi güzel oluyomuş ki, herkese tavsiye ederim, yapın bunu.


malum günden 1 gün önce,sevgili dost St.Jimmy pastalarla geldi ve kutlamalar başladı. mumlar yakıldı, sonra o mumlar üflendi, üflenmeden önce mutlaka ki dilekler tutuldu, sonra pastalar kesildi ve çeşitli insanlarla yendi. bu günün anısı "ayşefatmahayriyehaydiçiftetelliye" adlı bir oyuncaktır.
ertesi gün, yani malum gün, Paix, Burnu tv ekranını kapatan insan, Tubap ve tabi ki olmazsa olmaz Dif'len kızılaylara gidildi. Tubap bana cüzdanımsı bişe dikmiş, içine çok denişik şeyler koycam onun. Paix de benim bi fotom vardı böle fotoşoplu neyim onu eşşek kadar büyülttürmüş de çerçevelettirmiş bi de utanmaz gibi bana vermiş. çok güzel nan =) Dif de yolda giderken gördüğümüz 1milyoncudan bana picama üstü niyetine bluz aldı. günün karı budur.
günün gecesi ise bambaşkaydı. çin makarnası, tekila-tuz-limon ve kızlar... uu beybi güzel bi hareketlenme oldu bende =) tekila for the win'dir bundan gayri benim için. süper bi içki yaa, herkese bunu da tavsiye ederim utanmaz gibi. ama limonlar biraz sertti, kanımca sarhoş olmamın bi nedeni varsa, o da bu limonlardı.
malum günün ertesi günüyse eve gittim ki bi de ne göriim? anne kuzu, bana pastalar börekler yapmış. uu beybi anne eli gibisi yok. akşam da anne pastalarına mum yakıldı, üflendi, afiyetle yenildi ve bitti. bu günün karı ise, annenin hediye almaya söz vermesiydi.



bölece yıllardır hiç kutlanmayan doğum günüm şenliklerle kutlandı. şaşırdım lan ben de. nevrim döndü biraz. böle insanlar g.tümü kaldır "sen doğum günü çocuğusun" falan diye. şerefime kadehlar kaldırıldı. insanlar beni çok sevdi. ben de çok mutlu oldum.



görsel sahibi

23 Temmuz 2010

sıkaltıcılık

yazıcam, yazıcam da bi üşeniyorum ki sorma blog. sakın sorma. bi de kafam dağınık biraz. sora bi de ne yazcağımı da bilemiyor gibiyim hafiften, hafiften ama.

her bi haltı hallettim şimdi ingilizce çalışıyorm. lan bu üds ne allahın belası bişe ya.

evet, farkındayım habire bela okuyorum ama elimde olan bişe değil. hayat beni bu hale getirdi.

bence yazın ele oje sürülüyosa ayağa da sürülmeli. üstelik bunlar mutlaka aynı renk olmalı. böle bi takınyım olduğunu daha geçen farkettim.

ayrıca emin ol, ben de aynı şey yüzünden tedirgin oluyorum, normal bu yani.

13 Temmuz 2010

kendimi çok boktan hissediyorm. neden bilmiyorm.
en sonunda mezun olmayı başardım. o allahın belası organikten geçtim. bi ara gene orlara gidip diplomamı almam lazım. keşke eve postalasalar...
ay içim sıkılıyo of...

12 Temmuz 2010

Ortalama insanda
Herhangi bir günde herhangi bir orduya
Yetecek kadar ihanet,
Nefret, şiddet
Ve saçmalık vardır...
Ve cinayet konusunda en becerikliler
Cinayet karşıtı vaaz verenlerdir
Ve nefreti en iyi becerenler
Sevmeyi vaaz edenlerdir...

11 Temmuz 2010

07 Temmuz 2010

nefretler ediliyor burda

ivit...
yarın büyük gün. sabah ezanına müteakiben evden çıkıp kırıkkale yoluna düşücem. mümkünse 11deki sınava yetişmem gerekiyor, ama ne kadar beceririm bu işi bilemiyorum.

sonunda beynim de organikleşti canım blog. kafatasımın içinde bi pelte varmış gibi hissediyorm. sıcaklardan oldu desem, dışarı çıkmıyorum etmiyorm. kaynar suyla yıkandım desem, yok banyo yapmıyorm. başka bi yol yok, organik çalışmaktan pelteleştim.

amaaan ne bilim işte. çok sıkıcı bütün bunlar. saçmalığın daniskası. organikten nefret ediyorm. eğitim sisteminden nefret ediyorm. bu çarkın birer dişlisi haline gelmiş bütün o hocalardan nefret ediyorum. bana 85 tepkimeyi inatla ezberlettiren o hocadan özellikle nefret ediyorm.

05 Temmuz 2010

bazen başlık bulmakta zorlanıyorm, ıkınıyorum gene olmuyor, olmadı bak..

dinle bacım dinle çekinme


boş boş dururken aklıma buraya yazacak bissürü şey geliyor. tamam, diyorum bunları unutmiyim yazim bloga diyorm. yok, diyorm bu sefer kesin unutmicam diyorum.

ama yine unutuyorum o.O
sonuçta oje sürmeyi bile unutan bi insandan bahsediyorm burda, öle böle değil yani. yemek yemeyi nası unutmuyosun dersen, onu annem hatırlatıyor. sağolsun her sabah, öğle ve akşam yemeklerinden önce beni çağırır.

ya bi de bu internet hep ya... bilgisayarın başında kendimi kaybediyorm. kendi kendimle anlaşma yapıyorm; tamam, diyorum 10dk şuna bakcam bunu yapcam kapatcam sonra pcyi diyorm. o 10dk oluyor 40dk. aman ona da bakim, ay bi de şuna bakiim, aa bak şu eksik kalmış hemen onu da yapiim..... sonra tahmin edersin ki o 40dk noluyodur.... kısaca ve gerçek anlamda ömrümü yiyor bu internet benim. net olmazken napıyomuşum ki acaba? o zaman benim bilgisayarım yoktu, babamın bilgisayarından bi sims oynardım işte. o da yalvara yalvara, ağzından girip burnumda çıkarak ya da tam tersi. şanslıysam babam, o gece annemin yanında yatmış olurdu ben de sabah erkenden kalkıp pitipiti babamın odasına gidp, minimum gürültü çıkararak sims oynardım kendisi uyanana dek. sonra da beni kovardı zaten. saonra net vardı ama benim bilgisayarım yoktu. o zaman da pek ihtiyaç duymuyodum. messenger kullanmıyodum gene, lanet bi yonja hesabım vardı. photoshop yapıyodum uyduruktan, deviantarta koyuyodum fotoları. başka da bi skim yapmıyodum.


e, tamam işte ben netsiz yaşayabiliyomuşum... şimdi niye olmuyor ? ya valla netsiz yaşam en iyisiymiş, şimdi anladım ben bunu. o zamanlar akşam erken yatıyodum, sabah erken kalkıyodum, deli gibi kitap okuyodum, banyomu zamanında yapıyodum, ojelerimi aklıma gelince sürüyodum bla bla bla... daha sırasında, düzeninde giden bir sürü iş. internet hayatı düzensizleştiriyor. gece uyuyamayan insanlar olup çıkmadık mı? kullandığımız kahve miktarı artmadı mı? ulan hepimizin gözleri bozuk değil mi? pis, bakımsız da olduk sonunda, en azından ben oldum o.o"


yani ne bilim öle işte...



ps1: annem geldi, konuştu da tepemde unuttum ne yazcamı.
ps2: bi de allah rızası için biri bana şu lanetlere şarkı eklemeyi öğretsin lan.

fotoğraf için

04 Temmuz 2010

ben mal mıyım?

bazen bunu gerçekten çok merak ediyorum. keşke biri karşıma geçse de "artık sana bunu sölemenin zamanı geldi. bugüne kadar bişe demediydik sana, psikolojini alt üst etmeyelim diye ama tak etti bizim de canımıza. hani dedik belki becerir artık bişeyleri dedik ama nafile şu yaşına geldin daha bi b.k beceremedin. sen de meak ediyosundur zaten bunu. evet, çocuğum sen malsın. ama üzülme bu doğuştan değil, tamemen teknik hatalardan dolayı oldu, seni havaya 3 kere attık 2 kere tuttuk. ondan oldu bu" dese keşke. dese de ben de 'mal mıyım ulan harbiden' diye düşünüp boş yere zaman harcamasam (gerçi bişe beceremediğime göre o çok değerli zamanımı da nere harcicaksam.. düşün dur işte.) 'hah' desem 'malım ya ben ondan böle oldu' desem.

işte demin şeye girdiydim fizy'e girdiydim, dedim bi nick cave dinliyim. bi de benim beynim yetersiz olduğundan adresleri unutuyorum, onçün bu tepede yerler var ya oraya kaydediyorum. nese efenim bunu da kaydettiydim, ama moodda kaydetmişim. açıldı sayfa ben h.sktir çekmeye başladım. neden peki? ben diğer sayfayı nası açcam şimdi diye...

yaklaşık 3dk. ekrana baktıktan sonra, adres çubuğundaki 'mood' kısmını silip entera bastım nokta


bu da benden size olsun
bugün sabah 5buçukta balkona çıktım. saat 4te ötmeye başlayan kuşların, 5buçukta havada dönerekten öttüğünü gördüm. (bunu da nası yapıyolarsa, ben daha yürürken konuşamıyorum.)

havanın tamamen aydınlandığını gördüm.

bahçedeki çam ağaçlarının bizim kata ulaştığını da gördüm 5buçukta, elimi uzatsam tutuvercem, o kıvamdalar.

köpeklerin havlamadığını, kedilerin koşuşturmadığını farkettim.

tek tük bikaç arabanın yola koyulduğunu gördüm 5 buçukta.

insanlar için sabah olduğunun, yeni günün başladığını, benim içinse uyku vaktinin geldğinin ayrımını yaptım 5buçukta.

02 Temmuz 2010

Falling Slowly

I don't know you
But I want you
All the more for that
Words fall through me
And always fool me
And I can't react
And games that never amount
To more than they're meant
Will play themselves out

Take this sinking boat and point it home
We've still got time
Raise your hopeful voice you have a choice
You'll make it now

Falling slowly, eyes that know me
And I can't go back
Moods that take me and erase me
And I'm painted black
You have suffered enough
And warred with yourself
It's time that you won

Take this sinking boat and point it home
We've still got time
Raise your hopeful voice you had a choice
You've made it now
Falling slowly sing your melody
I'll sing along


dinlemek için

28 Haziran 2010

balığım ben şu an, hipolimniyonda yüzen,
oksijensizlikten beyni dönen
ve artık ışıksızlıktan korkmaya başlayan...
şu an en çok merak ettiğim şey, yatar yatmaz uyuyabilecek miyim yoksa sabaha kadar yatakta dönüp duracak mıyım... yatar yatmaz uyuyabilmem gerekiyor, çünkü yarın sabahın körlerinde kalkcam bide yollara dökülcem.
sınavım var yarın. hem de çok uyuz olduğum dersten. limnoloji. talı su bilimi. göl falan diyo işte. git burdan yaa, rahat bırak beni! organik yetmezmiş gibi bi de bu. bi de dersin içeriğini bilsen blog, oturur ağlarsın yeminlen. bak şimdi, çok çok ufacık minicik bi şey anlatim de acı bana:

"O2sizlikten ilk önce 3.tüketiciler etkilenir. bunların sayısındaki azalış 2.tüketicilerin artmasına neden olur. 2.tüketici artınca 1.tüketici azalır. 1.tüketici azalınca 1.üretici artar. 1.üreticinin artması demek daha çok O2sizlik demektir. bu durum pozitif feedbacktir ve gölün ötrofikasyonuna neden olur."

aslında mantıken, üretici artınca O2nin artması lazım gelir di mi? ama yoook, olay o kadar da basit değil işte. şimdi düşün 3 tane 1.tüketici var, 5 tane üretici var. bu 3 tüketici, gidiyor 3 üretici yiyor. noluyo? bunların artıkları gölün dibine doğru yollanıyor, orda da saprofitler işe koyuluyor, CO2 üretiyolar. geriye kalan 2 üretici var ya, hah işte onlar da O2 üretiyor ama neye yarar o O2... CO2yi geçemiyor, O2 miktarı. bu üreticler bidicikler ya nası bissürü oksijen üretsin yavrucuklar. O2sizlik artıyor tabi.

aha işte böle, insanın anasını belleyen bi ders bu limnoloji. daha bu anlattığım da biri ha. bissürü var böle şey de ben onları bilmiyorm işte =)

nese işte hayırlısıylan yarın müfredattaki son büt'üme girip çıkcam, akşam ıslatırız artık bunu =) yok lan yapamayız, şaka ediyorm. sınavdan sora hocanın yanına gidip yalvarcam, hocam nolur benimkini oku diye. okusun ki ben yarın tek ders sınavı için dilekçe verebileyim. yoksa, hocanın okumasını beklersem yazın sonuna kadar beklerim. valla ya yarın halletsem şu işi çok güzel olur ya. on kere git gel yapmaktan kurtulurum. tek derse girim çikim sora ıslatırız, söz.

anneme dedim ki, "ben de artık tescilli işsizim" dedim. o da "daha tescilin yok senin" dedi, ezdi beni bi güzel. kaldım böle çük gibin, peki dedim gittim.

ya bu hoca bana gelse ne bilim mesela 'yaz stagnasyonu'nu sorsa, bi güzel anlatırım ki... ama yok öle sormaz işte. anam bi de bunu okuyup sorarmış 0.0 yok yok, stagnasyon neyim sormasın, finalin aynısını sorsun.

öle işte blogcum. hayat benim için hala bir limno sınavı demek. sonra da organik sınavı demek olacak. allah belasını versin o organiğin de! ne biçim ders ya o! bin çeşit tepkime var aq. bi de sınavda 60puanlık soru o tepkimeler. yok efenim, alkenin şeklini verir, hapuşu mapuşuyla tepkimeye girerse nolur der. ne bilim ben nolur. bin çeşit şey oluyor notlarda, yok birinde alkol oluşuyo, digerinde eter oluşuyo, öbürü bambaşka diyarlarda. ne bilim lan ben! nebilim lan!
git ya, git burdan, uzağa git, bırak beni artık ya!!! ay nedirbu kimyalardan çektiğim benim ya. kimya ölsün istiyorum lan!

27 Haziran 2010

The Hill--Marketa Irglova

Walking up the hill tonight
when you have closed your eyes.
I wish I didn't have to make
all those mistakes and be wise.
Please try to be patient
and know that I'm still learning.
I'm sorry that you have to see
the strength inside me burning.

But where are you my angel now?
Don't you see me crying?
And I know that you can't do it all
but you can't say I'm not trying.
I'm on my knees in front of him
but he doesn't seem to see me.
With all his troubles on his mind
he's looking right through me.
And I'm letting myself down
beside this fire in you.
And I wish that you could see
that half my troubles too.

Looking at you sleeping
I'm with the man I know.
I'm sitting here weeping
while the hours pass so slow.
And I know that in the morning
I'll have to let you go
and you'll be just a man
once I used to know.
But for these past few days
someone I don't recognize.
This isn't all my fault.
when will you realize?

Looking at you leaving, I'm looking for a sign



keşke şu lanet bloga müzik eklemeyi becersem de, siz de burdan dinleyebilseniz. hoş olurdu.

25 Haziran 2010

11 Haziran 2010

fıttırı fıtırıfıtı

açım
uykusuzum
hastayım
mezun olucam
stresliyim
final haftasındayım
sıçmaktayım
bazen de sıçamamaktayım
annem derdi ki
'o yediğin köfteler,
bi gün gelir g.tünü tırmalar'
doğru lan!

06 Mayıs 2010

Roll The Dice


If you’re going to try, go all the

way.

otherwise, don’t even start.

if you’re going to try, go all the

way.

this could mean losing girlfriends,

wives, relatives, jobs and

maybe your mind.

go all the way.

it could mean not eating for 3 or 4 days.

it could mean freezing on a

park bench.

it could mean jail,

it could mean derision,

mockery,

isolation.

isolation is the gift,

all others are a test of your

endurance, of

how much you really want to

do it.

and you’ll do it

despite rejection and the worst odds

and it will be better than

anything else

you can imagine.

if you’re going to try,

go all the way.

there is no other feeling like

that.

you will be alone with the gods

and the nights will flame with

fire.

do it, do it, do it.

do it.

all the way.

all the way.

you will ride life straight to

perfect laughter, its

the only good fight

there is.


Charles Bukowski

02 Mayıs 2010

......

yalnız kalmaktan daha kötü
şeyler de vardır hayatta,
ama genellikle
bir ömür alır bunun
farkına varmak,
o zaman da
çok geçtir,
ve çok geçten
daha kötü
bir şey yoktur
hayatta.


Charles Bukowski

01 Mayıs 2010

Gelmiş Geçmiş En Güzel Vampir: ANGEL

Hepimizin bildiği üzere Twilight ile birlikte bir vampir furyası başladı. Twilight ve devam kitapları her ne kadar okunması zevkli olsa da filmleri için aynı şeyi söyleyemem. zaten kitaptan uyarlama filmlerde her zaman eksikler, değişikler olur. hiç biri, kitabı gibi zevk vermez. kitap her zaman bambaşka bir tat bırakır damakta. kitapta yaratılan karakterlerde, mekanlarda sizin hayal gücünüzün izleri vardır. filmleri ise bunları teker teker yıkar. bu yüzden 'amaan filmi çıkacak zaten, kitabı okumaya ne hacet' demek her zaman yanlıştır.


Neyse konumuz bu değil. Dedğim gibi Twilight'tan sonra bi vampir furyası başladı. True Blood olsun, Vampire Diaries olsun bir sürü dizi çekilmeye başlandı. Bunların başını çeken Twilight'ta bambaşka vampirlerle tanıştık. bugüne kadar süregelen nerdeyse bütün vampir yaşam kurallarını alt üst eden bir vampir ailesi... bunlar vejeteryanlar, insan kanıyla beslenmiyorlar. gün ışığında sokaklarda ellerini kollarını sallaya sallaya dolanabiliyorlar, meğersem gerçekte güneş vampirlerin sadece vücudunu parıldatırmış. arada bir ormanda beyzbol oynuyorlar. eminim daha aklıma gelemeyen bir sürü değişiklik vardır. True Blood desen, o ayrı bi havada. yok efenim vampirlere haklar tanıyalım, sokaklarda dolansınlar özgürce, barlarda marketlerde çeşit çeşit kanlar satalım, onlar da insan onların da hakları var... Vampire Diaries'in ise Twilight ile arasında çok bariz benzerlikler var. baş vampirimiz yüzyıllar önceki sevdiceğinin aynısını tanımak için eskiden yaşadığı kasabaya tekrar tanışır. oradaki liseye kayıt yaptırır. bi de bunun kötü kardeşi vardır, o da gelir, seyreyle sonra cümbüşü.


Edward, Emmett, Alice, Bill, Stefan, Damon, hödö födö derken ne çok vampirimiz oldu. Oysa ki eskiden güzeller güzeli, iki taneceik vampirimiz vardı: Angel ve Spike.


Buffy the Vampire Slayer
, her ne kadar başlarda güzel gidip sonlarda buffy'nin evini kızlar yurduna çevirecek kadar saçmalamış olsa da gelmiş geçmiş en sağlam vampir dizilerindendi. Buffy'nin saçmalama döneminde (tam vaktinde) diziden ayrı (yine de birlikte) çekilen Angel ise bütün alkışlara layıktır. Bilinen bütün vampir yaşam kurallarına uygun olmakla birlikte çok da sağlam bir hikayesi vardır Angel'in. Aslında hiç bir vampir doğası gereği hayvan kanıyla beslenemez, insanlara zarar vermekten kaçınamaz ve tamamen bir yıkım örneği iken Angel, domuz kanı içerek beslenir, insanları diğer vampir saldırılarından kurtarır, hatta sevgili Cordy'nin sayesinde bir dedektiflik bürosu açarak kendini iyiliğe adar. Üstelik Angel'ın bunlar için oldukça iyi bir sebebi vardır. O, Edward ve ailesi gibi vejeteryanlığı seçmemiştir ya da onun için her barda veya markette istediği kan satılmamaktadır. O, çingeneler tarafından lanetlenmiştir. Angel, bütün kehanetlerde adı geçen "Ruhu Olan Vampir"dir. Ve yıllar boyunca yaptığı yıkımın bedelini acı çekerek ödemekte, acısını da iyilik yaparak hafifletmektedir.



Olayı bu kadar dramatize etmek yeter. Bunların dışında Angel gerçekten, inanılmaz derecede eğlencelidir. (özellikle Cordy hayaletli eve taşındıktan sonrası). Orda gerçeklerden biri daha olan iblisler vardır. Mesela Lorne, dizinin baş iblisidir ve diziye apayrı bir boyut katar. (güzel şey oldu, ne derler ona, işte o oldu =) hakkaten katıyor yani =) ). tabi bu iblisler arasında Doyle 'u da unutmamak lazım. Kendisi dizide tanıştığımız ilk iblistir ve dedektiflik bürosunun kuruluşundaki yardımları yadsınamaz. Ama malesef bir kaç bölüm sonra acı verici bir şekilde ölür. (çok üzülmüştüm lan öldüğünde, yakışıklı çocuktu).




Bunların yanısıra, eet, Angel'da artık sonlarına doğru saçmalamıştır, bunu da kabul ediyorum. Ama yapcak bişe yok, duygusal bir şekilde bağlıyım o diziye ^^


Efenim, en nihayetinde yazımı bitirirkene şunları söylemek isterim; Edwardmış, True Bloodmuş, Vampirin Günlüğüymüş hepsi fasofiso arkadaş, Angel'a gel sen...



ps: şunu da belitmek isterim, Angel'ın muhtemelen ilk bölümünde çok çok kısacık bir rol Sawyer'a aittir =)
bi ps daha: bu yazıya 'vampirle görüşme' ıdı vıdı gibi filmler dahil edilmemiştir, sora demeyin bunu sölememiş bi de utanmadan eleştiri yapıyo diye.

16 Nisan 2010

izlenmeli!!

Elfen Lied var ya, hah işte o, kesin izlenmeli.
Anime diyip geçilmemeli.
Amaan bu yaştan sonra çizgi film mi izlicem denilmemeli.
Sktri boktan hiç denilmemeli.
Bi de o kadar sürükleyici ki, bi gecede bitirmezseniz noliim...
Gerçi ben daha bitirmedim ama olsun, bitebilir yani =)



22 Mart 2010

Ocakta Yemeğim Var

Hacı bu "ocakta yemeğim var" lafı ne kadar karizma bi laf ya. bugüne kadar hep birine bunu söylemek istedim, ama hiç olmadı.

Düşünsene bi komşun geliyor, kapı ağzında 3-5 laf konuşuyorsunuz, sonra sen diyosun ki "gel bi kahve içelim". o da diyo ki "yok gelmiyim, ocakta yemeğim var." işte bu noktada ben dicek bişe bulamam. kendimi bi ezik hissederim ki onu da anlatamam. adam yemek yapıyor, bişeyler üretiyor ben daha kahvenin, dedikodunun derdindeyim. bi de böyle bi havayla söylemeler falan. harbi bi dikkat et böyle bi havayla söylerler bunu da. sanki dersin "ay bugün bütün günüm dolu. önce resim dersine gidicem. oradan derneğe gidicem toplantı var. ordan çıkınca da tiyatroya davetliyim oraya gitmem lazım. sonra da belki arkadaşlarla bi kaç kadeh bişey içmeye gideriz" diyo. benim de orda tek derdim kahve içmek işte.

Bi de ben bu ev hanımlarına hastayım hacı. bütün gün evde otururlar ama mutlaka yapacak bişey bulurlar, hiç sıkılmazlar. bütün gün o 4 duvar arasında kalabilirler. düşünüyorum ne yapıyolar bu kadar saat diye, bulamıyorum. hadi tamam bi yemek yapıyosun o kesin. temizlik de yapsan, o da her gün yapılmaz ki aq. elişi falan desen, yap yap kaç saat yapcan. televizyon? o allahın emri, hiç saymıyorum. internet desen, bu kesim yaşını başını alanlardan oluştuğu için o taraklarda bezi yok. vay aq, napıyo la bunlar? ben bi gün kaldım mı evde sıkıntıdan patlıyorum. birileri gelse birileri gitse diye kapıya bakıyorum sürekli. mesela benim annem d eböyle. 10 seneden fazla emekli olmasına rağmen alışamadı bi türlü. o kurs senin bu gün benim geziyo paso. bilemiyorum hacı, anlamak zor bu ev hanımlarını...

Neyse çok konuştum, ben gideyim ocakta yemeğim var... kıfkıfkıf =)



ps: o değil de harbi yemek yapcam lan. ilk defa ıspanak yapcam. hadi hayırlısı bakalım, ne çıkcak ortaya işin sonunda. allahtan yanımda tecrübeli insanlar var =)

16 Mart 2010

Gençtik Biz O Zamanlar... Bir de Sarhoş...

Haftasonu için eve gidiyordum. benden daha ağır olan bavulumla otobüsten zor bela indim.eve gitmek için bi sahanın yanından geçiyorum her zaman. basketbol sahası, etrafı tellerle çevrili. sahadan biraz daha yüksekte de banklar var. biz gençkene orlarda otururduk hep. hem de hergün. orda içerdik, orda batak oynardık, orda gülerdik, orda ağlardık... manevi anlamı fazla olan bi yer bizim için orası.


Neyse işte, cuma günü ordan geçiyorum bi de ne göreyim, o banklar var ya onları kaldırmışlar. altındaki betonu bile sökmüşler. öyle dikildim, bakakaldım oraya bi 5 dakika. aklımdan neler geçiyor. flashback yaşadım. ergenliğe girdiğimizde evin önündeki parktan oraya transfer olmuştuk. artık yakantop, saklambaç oynama devri bitmiş, oturup sohbet edeceğimiz, asiliğimize dem vuracağımız, annemizden babamızdan yakınacağımız, dünyanın en sorunlu varlıkları gibi davranacağımız yeni bir dönem başlamıştı. ve evet, biz bu dönemi doyasıya yaşadık. doyasıya yaşadığımız için de orayı öyle yıkık görünce çok üzüldüm, sanki o dönem ellerimden kayıp gitti. lan ben ilk sevgilimle orda oturmuştum. ikinci sevgilimle de... dur lan, üçüncüyle de =) ilk sevgilimle orda ayrılmıştım. orada isyanlar etmiştik bu "lanet, boktan" hayata Dif ile. hatta ilk defa orada yürüyemecek kadar sarhoş olmuştum, Dif de.


Bunlar geçerken gözümün önünden lanet bir yağmur damlasıyla şimdiki zamana geri geldim. (yağmuru hiç sevmem ben. sulu şakaları da, havuzda,denizde,karada,havada farketmez. karı da sevmem.) betonların söküldüğü yere doğru yürüdüm. eskiden beton olan yer dikdörtgen şeklinde toprak, etrafı çim. o toprağa oturdum, daha ıslanmamıştı toprak. sonra düşündüm:


"bayan kuaförü olan erkekler şanslı la. karılarını aldatırlarsa, kadın bunu geç anlar. saçtı, tüydü, parfümdü bakımından. vay aq..."

14 Şubat 2010

13 Şubat 2010

o değil de

Acaba yaşam süreçlerinde konuşkan olmayan insanların yazıları da daha mı kısa oluyor? İşkilleniyorum bu durumdan... Kendimden de çok şüpheleniyorum bu konuda...

Bir de bugün, hatta an itibariyle hayattan çok büyük bir ders çıkarmış bulunmaktayım. Benim gibi burnunun dikine gidersen, inadım inat kıçım iki kanat dersen aha böyle benim gibi olursun. Valla ibret-i alem olsun diye sallandırcam kendimi bi yerlerden.

En uygun nere olur acaba?

11 Şubat 2010

fikir mühendisi

lisedeyken bi oturuşta sayfalarca yazı yazabilen bi insan şimdi tek bir cümle bile yazamaz mı ya.. evet, gerçekten yazamaz. evet, gerçekten yazamıyorum.mantiken asıl şimdi yazabilmem gerekir, sonuçta biriken bi yaşanmışlık var, gelişmiş düşünceler var, yeni hayat görüşleri var... ammavelakin ne aklıma gelen bi fikir var ne de kalemin ucundan akan bi kelime.. yok işte, yok! sayfa boş, boş sayfa... saatlerce boş sayfaya bakmak, bi süre sonra psikolojimi de bozdu. yazı yazma işinin gelip giden bi yetenek olduğunu düşünmeye başladım. bi ara nasıl olduysa geldiydi, hayatımı şenlendirdiydi, şimdiyse puf diye gitti hem de bi daha geri gelmemek üzere... ee, peki yazamazsam naparım ben? ne işe yararım ki? hem beyni boşaltmak için de lazım bu iş. yazamadığımdan beri beynim bi ağırlaştı ki sorma gitsin... küt diye düşüvercek diye korkuyorum artık. ya da patlayadabilir. hiç belli olmaz bu. sonuçta sırrı hala çözülebilmiş değil kendisinin. derken, dedim ki kendi kendime, madem ki aklıma bi fikir gelmiyor madem ki beynim yeterince çalışmıyor benim yerime başkası düşünsün, fikirler üretsin. sonra bu fikri beğendim. sonra da gittim bi fikir mühendisi tuttum kendime.

burdan sevgili ançicime teşekkürlerimi sunarım.. ^^

06 Ocak 2010

...

"zaman her şeyi geçirir" dedi yaşlı adam tepeden bakarak bana...
"evet" dedim yukarı doğru, "biliyorum"...
"üzülme, geçecek hepsi" dedi sırıtıp pis dişlerini göstererek bana...
"biliyorum, geçecek" dedim gözlerimi aşağı indirerek...
"o zaman hala neden ağlıyorsun" dedi adam alnını kırıştırarak bana...
cevap vermedim yaşlı adama...