23 Eylül 2011

Sahibinden, Az Kullanılmamış



Hiçliğin ortasında iki hiçtik. İkiliğimiz, bir adam edemiyordu tüm uğraşlara rağmen. Hiçliğin ortasındaki iki salıncakla anlam kazanmıştı varlığımız biraz da olsa. Üşüyorum diye güneş vuran salıncağa ben binmiştim. Senden hızlı sallanıyordum kabul etmesen de. Bu şekilde güneşe gidebileceğimi söylediğimde gülmüş, inanmamıştın bana. Sen zaten hiç inanmamıştın bana. Kuşların sabah ezanından hemen sonra ötmeye başladığını söylediğimde de inanmamıştın, flamingoların karides yediği için pembe renkte olduklarını söylediğimde de.

“Kullanmaya başladığında biter aşk” dediğim günü hatırlıyor musun? Hani gülmekten oturduğun sandalyeden düşecektin neredeyse. Hani bir gün ayrılıyorduk seninle. Hani ‘nokta’ koymanın tam zamanıydı. Hani ünlemli bir “sus” demiştin bana, “çok zalimsin” demiştin. Oysa zalimlik, ayağının altıyla böcek ezen çocuğun gözlerinde gizliydi. Zalimlik, kızına tecavüz eden babanın hastalıklı hormonlarında saklıydı. Zalimlik, bir lafıyla cehennemi boylatan din tüccarlarının kirli ellerindeki parada can bulmuştu. “çok zalimsin, sus!” Sustum, ama susmak yerinde bir karar değildi. Belki de saçak altına sığınmak yerine doluya tutulmanın ağırlığı altında paramparça olmalıydık. Susmak yerine birbirimizin beyin salatasını yapıp gelecek yarışmacılara ikram etmeliydik. Ama sustuk.

Susunca hatırlamıştım, bir söz vardı bana verdiğin.  Çantamı karıştırmaya başladım, “burada, bir yerde olacaktı.” Çantanın dibinden bulup çıkardım sözü. Yaldızı yer yer bozulmuş, yanımda taşıdığım ağır kitap ezmişti kenarlarını. Boğuk sesinle ve ‘gururumdan ödün vermem’ bakışlarınla bende kalmasını istedin, lakin sözler verilmek içindi. Bana verdiğin sözü, sana geri vermeliydim ki başka bir kadına verebilesin. O da sana iade etme inceliğini gösterirse bir sonrakine verirdin. 

Sözü masaya koydum. Söz, masada kaldı.



21 Eylül 2011

İnsanın en mükemmel ve en lanet özelliği her şeye alışmasıdır.