21 Kasım 2011

3

"Zaman, hiçbir elin çevirmediği mavi kum saatinin dibinde hareketsiz bekliyordu."


Tüm İnsanlar Ölümlüdür-Simone de Beauvoir 

03 Ekim 2011

2

Ve en önemli şeyimiz, inançlarımız. İnançlarımızı kaybedeceğiz, ama onlar dönüp dolaşıp bizi tekrar bulacaklar. 

23 Eylül 2011

Sahibinden, Az Kullanılmamış



Hiçliğin ortasında iki hiçtik. İkiliğimiz, bir adam edemiyordu tüm uğraşlara rağmen. Hiçliğin ortasındaki iki salıncakla anlam kazanmıştı varlığımız biraz da olsa. Üşüyorum diye güneş vuran salıncağa ben binmiştim. Senden hızlı sallanıyordum kabul etmesen de. Bu şekilde güneşe gidebileceğimi söylediğimde gülmüş, inanmamıştın bana. Sen zaten hiç inanmamıştın bana. Kuşların sabah ezanından hemen sonra ötmeye başladığını söylediğimde de inanmamıştın, flamingoların karides yediği için pembe renkte olduklarını söylediğimde de.

“Kullanmaya başladığında biter aşk” dediğim günü hatırlıyor musun? Hani gülmekten oturduğun sandalyeden düşecektin neredeyse. Hani bir gün ayrılıyorduk seninle. Hani ‘nokta’ koymanın tam zamanıydı. Hani ünlemli bir “sus” demiştin bana, “çok zalimsin” demiştin. Oysa zalimlik, ayağının altıyla böcek ezen çocuğun gözlerinde gizliydi. Zalimlik, kızına tecavüz eden babanın hastalıklı hormonlarında saklıydı. Zalimlik, bir lafıyla cehennemi boylatan din tüccarlarının kirli ellerindeki parada can bulmuştu. “çok zalimsin, sus!” Sustum, ama susmak yerinde bir karar değildi. Belki de saçak altına sığınmak yerine doluya tutulmanın ağırlığı altında paramparça olmalıydık. Susmak yerine birbirimizin beyin salatasını yapıp gelecek yarışmacılara ikram etmeliydik. Ama sustuk.

Susunca hatırlamıştım, bir söz vardı bana verdiğin.  Çantamı karıştırmaya başladım, “burada, bir yerde olacaktı.” Çantanın dibinden bulup çıkardım sözü. Yaldızı yer yer bozulmuş, yanımda taşıdığım ağır kitap ezmişti kenarlarını. Boğuk sesinle ve ‘gururumdan ödün vermem’ bakışlarınla bende kalmasını istedin, lakin sözler verilmek içindi. Bana verdiğin sözü, sana geri vermeliydim ki başka bir kadına verebilesin. O da sana iade etme inceliğini gösterirse bir sonrakine verirdin. 

Sözü masaya koydum. Söz, masada kaldı.



21 Eylül 2011

İnsanın en mükemmel ve en lanet özelliği her şeye alışmasıdır.

30 Temmuz 2011

diyeceklerim var #2: nephe'nin sinekle imtihanı

Hangi gündü hatırlamıyorum, ama uyumak istiyordum. Uyursam her şey düzelecekti. Uyursam gözlerim daha fazla acımayacaktı. Uyursam daha fazla düşünmeyecektim. İşte bu iyi niyetlerle yatağıma yollandım. Geceleri 23 derece olan sıcaklığa rağmen hala yorgan kullanmamın bence şaşılacak bir yanı yoktu, zira kendisi bana eşlik edince kendimi daha rahat hissediyordum. Uykuda mühim olan rahatlıktı. Bir yerde okumuştum, "nasıl rahat ediliyorsa öyle uyunmalı" diyordu, "kaslar kasılmadan, vücut serbest bırakılarak uyunmalı" da diyordu. İşin sonunda gereklilik kipi ve güzel uyku varsa insan o işi yapar. Çünkü insan, gerekli yerlerde emir alan bir hayvandır. Ben de uyku hayvanlığıma hayvanlık katmak amacıyla aldım emirleri ve nihayetinde tek aşkım olan yorgana açtım kollarımı. O günden beri sarmaş dolaşız yorganla.

O gece de bu hırsla gömüldüm yorganıma. Öyle güzel bir uyku çekecektim ki artık 24 senelik olan ömrüm böyle bir güzellik görmemiş olacaktı. Hani uykuyla uyanıklık arasında, her şeyin olabileceği, yarı kontrollü yarı insan elinde olmayan o evre var ya, hah işte oradaydım ben de; bulut üstü bir yerlerdeydim. İşte o sıralarda bir küçük sivrisinek başka yer yokmuş gibi geldi kulağımın dibinde vızıldamaya başladı. Gözlerim anında açıldı, yaklaşık bir ton ağırlığında olan kolum hemmen kalktı ve sineği kovmaya çalıştı. Vızıltı uzaklaştığında tekrar bulut üstüne dönmek için gözlerimi kapadım, ama sinek vazgeçmiyordu sayın seyirciler. Adeta kulağımla bir alıp veremediği vardı hayvanceğizin. Ben diyeyim on, sen de yirmi, hatta belki de otuz kez elimle kulağımı yelpazeledim, sineği tutup cılkını çıkarmaya yeltendim ama bana mısın demiyordu. İnsan gibi konuşmaya karar verdim, dedim ki "bak, ben sana gelme demiyorum, yine gel, ama ben uyuduktan sonra gel. Ağzımdan salya akmaya başladığı noktada elim, kolum, bacağım senindir." Fakat sinek insani ihtiyaçlardan anlamadığı gibi laftan da anlamıyordu, sanki beni hiç dinlemiyordu, tüm ilgisi lanet olası kulağımdaydı. İşler dayanılmaz bir hal aldığı sırada aklıma cin bir fikir geldi. Böylesi ne görülmüş ne duyulmuştu! Yok yok kesin daha önce denenmemişti. Fikrimden mütevellit büründüğüm haklı gururumla bir bacağımı yorganın dışına çıkardım, böylece ben uyuyana kadar sineğin dikkatini bacağıma çekmiş olacaktım. Kabul edin, çok şeytani bir fikirdi. Kulağımdaki vızıltı kesilmişti ama o da nesi bu bacak olayı apayrı psikolojik olaylara yol açmıştı. Adeta bir paranoyak olmuştum. Sanki sinek bileğimi ısırıyordu. Saniye sonrasında dizimi ısırmaya başlamıştı. Şimdi de ayağıma mı niyetlenmişti? "Hayır" dedim, "eğer şimdi orayı kaşırsan küçücük varlığının tümüyle istediği kulağıma tekrar gelebilir. Hem bi kere ısırmasına izin verirsem belki uyuyana kadar ilişmez bana." Derken uyumuşum işte. Her şey iyiydi, uykum güzeldi. Acı gerçekle sabah kalktığımda yüzleşmiştim, bacağım neredeyse boydan boya ısırılmıştı. Utanmasa bacağı komple alıp götürecekmiş dengesiz. Yani ben sana ısır demiştim de bütün bacağı ye dememiştim ki. Ama olsun, bunların hiçbiri önemli değildi, zira kanım yerde kalmamıştı. Gece dönüşlerimden birinde kendisiyle burun buruna gelmiş ve kanımı yastığıma bulaştırmak suretiyle öcümü almıştım. Haklıydım. Gururluydum.

Tabi o kadar yemeye ağırlaştı dingil, kaçamadı. Bi keresinde de bir arı... neyse bu macerayı da sonra anlatayım.




















ayrıca başlık bulma özrümü bilip beni böyle kabul eden, üzerine bi de bana başlık bulan Dif'e koccaman bi alkış!

27 Haziran 2011

dinledik sevdik #3



keşke gökyüzüne asılı kocaman bir hoparlör olsa, tekrar tekrar bu şarkı çalsa, biz de altında hoplaya zıplaya, kollarımızı açıp uçak yaparak koşsak saatlerce. sonra yağmur yağsa ama bizi durduramasa, sırılsıklam bir halde havada taklalar atsak.


21 Mayıs 2011

diyeceklerim var #1

Farkettim ki ben bu blog işini fazla ciddiye almaya başlamışım. Biraz ara vereyim dedim. Azcık saçmalayayım, içimi dökeyim dedim. Kötü mü demişim? Hayır, bence az bile demişim; ama yine de adam olana yetecek seviyede.

Neyse, demem o ki, hayat akmıyor sayın seyirciler. Hayat durdu, ben tıkandım, hepimiz şaşkınız. "Bütün köprüleri yakmak" eylemine karşı içimde durdurulamaz bir istek var. Bu isteği bastırdıkça "sağa sola saldırmak" eylemine karşı koyamıyorum, elimde değil yapamıyorum. Benim etkim olmadan her şeyin yıkılmasını istiyorum ki sonrasında kendime lanetler yağdırmamayım. Her şey kendi kendine yıkılsın ve ben baştan başlayayım, bu sefer daha güzelini yapayım. Ama bu hakkımı bir kere kullandım sanırım, o yüzden de hiçbir şey yıkılmamakta ısrar ediyor. Onlarınki inatsa benimki de inat. Ben de yıkmaya teşebbüste hiçbir şey yapmamakta ısrarcıyım, hayıflanıp durmaktan başka.

Hayıflanmak demişken, son günlerde para üstlerini çok düşünür oldum. Sanki bugüne kadar hiç yanlış para üstü almamışım gibi geliyor bana. Tabi bunun olasılığı oldukça az, zira o kadar çok para alış verişi var ki hayatımızın ortasında. Allahtan kredi kartı çıktı da rahat bir nefes aldık hepimiz. Yoksa kafayı yememek elde değildi. Neyse, konu bu değildi. Konu şuydu; ya bir gün bir yerde yanlış para üstü aldıysak? Yani bilmiyoruz bile bunu, "ya aldıysak" diyoruz. Olasılığın kocamanlığını görebiliyor musun? Yani demem o ki, hayatım başıma yıkılsa yeri.

Mesela neden her şeyi bırakıp da uyduruk bir eve taşınıp, uyduruk bir iş bulup, sonra o uyduruk işten ayrılıp başka bir uyduruk iş bulup uydurukça yaşayamıyorum? Neden dinlenemiyorum? Neden koşturuyorum? Nereye yetişeceğim? Tabakhaneye olabilir mi? Hani diyoruz ya "boş zamanım yok" diye, ben bunu gerçekten inanarak söylüyorum. Zamanım yok. Çünkü zaman benim değil; başka şeylerin, başka insanların. Zamanıma sahip değilim. Giden benim hayatım oysa ki. İşte bundandır asiliğim, bundandır suratsızlığım. Kimse benden mutlu olmamı beklemesin rica ederim. Yani aslında bugün, dünyanın son günü bir grup Hristiyana göre. Dini kafasında bitirmiş bir insan olarak korkuyorum bu haberlerden elimde olmadan. Olduramıyorum, çünkü hayatını, kendinin olduramamış bir insanım. Yani bundandır uzun yaşama isteğim, belki bir gün başarırım bunu diye. Oksijeninizi tükettiğimin farkındayım, ama umurumda değil bu durum; zira bencil bir insanım.Yani en kısa zamanda göğü kafama yıkılmış görmek istiyorum.

Gök demişken, bok yemişim.



05 Mayıs 2011



Sen ve ben kafa güzeliydik. Ritmimiz biraz Fiona Apple'dı, biraz neydi bilemiyorum. Bilememek bazen güzel şeydi. Mesela odaya zorla giren ışığın tenine neden kaynadığını ve bana nasıl bu kadar güzel yansıdığını bilemiyordum. Ya da bir kafede otururken batan gün ışığı nasıl oluyordu da hep senin gözlerinle birleşebiliyordu.

Hazır üstümdeyken sorayım dedim "ışığınla nefesimi nasıl kesiyorsun?"  Konu sensen ve nefes benimse, ışık mühimdi. Pek anlamadın sorumu, yine de gereksiz bir gururla donandın. Aptal bakışların madalya alacak bir şövalye gibi yavaş yavaş kıvanç kıyafetlerini giyerken, arda kalan son ışıklarla doyuruyordum gözlerimi, bir yandan da "bilmesem iyiydi" diye düşünüyordum.

Hazır üstündeyken sorayım dedin galiba "aşık olduğun adamla sevişmek başka oluyor değil mi?" Gözlerimdeki şaşkınlığı ilerleyen zamanlarda başka kimsede göremedim. Evet, şaşkınlığımı gördüm; zira hemen yanı başımızda vücut bulmuştu kendisi, çipil çipil gözleriyle bize bakıyordu. Bir sonraki safhaya geçmeden yapılması gereken birleşilen bedenden yavaşça ayrılıp, sessiz sedasız olay mahallini terketmekti, ama bize öğretilmişti bir kere başlanılan işin bitirilmesi. Artık işten başka bir şey değildi bu ve ben kalkıp gitmek yerine ağız kuruluğunu hissetmeyi tercih ediyordum.

Sen altımda değişirken bedenimdeki hormonlar kendilerini geri çekiyordu. Senin vücudundaysa bambaşka hormonlar bedenini ele geçirmek üzere işgal ordularına "ileri!" emrini vermişti. Gözlerin kurbağa gözü, ağzın sırtlan ağzı oluveriyordu; hormonların baya hızlı çalışıyordu. 

Gözlerimi kapattım, ne senin yaratıklaşan sıfatınla ne de benim çipil çipil şaşkınlığımla burun buruna gelmek istemiyordum daha fazla. Kapanan gözlerimin sana bir faydası oldu, lakin bana hiçbir yararı dokunmadı. Hiçbir şey ağzımın tekrar ıslanmasını sağlamıyordu. Yosun tutan ellerinle bana dokunuyordun ve ben bu anın bitmesi için içimden dualar uyduruyordum.

Ritmimiz Britney Spears'a döndüğünde gözlerimi karanlık odaya açtım. İşimiz bitmişti artık. Gözlerim karanlığa alışmaya çalışırken, kulaklarım da hırıltılarına alışmak için elinden geleni yapıyordu. Sigara uzattığında almamazlık edemedim. Yarı çürümüş, kurtlanmış, yarı hayvanlaşan bedeninle yanımda sigarandan nefesler alıyordun. Midemin bulanma katsayısı zamanla doğru orantılı olarak artıyordu. Sen, genetik bir bozukluktun ve artık sigaramı üstüne söndürmekten başka yapacak bir şeyim yoktu senin için.



fotoğraf

28 Nisan 2011


kafam o kadar güzel ki, 
yuvarlanıyorum, yuvarlanıyorum, yuvarlanıyorum.
bir cümle duyuyorum, ona tutunuyorum.
sonra tekrar yuvarlanıyorum.
saatler sürüyor sanıyorum, ama bir an sadece.
kelimeleri ağzımda yuvarlıyorum.
yıllar kadar zamanımız var sanıyorum, 
ama bir an sadece.
sen konuşuyorsun, ben yuvarlanıyorum.
sen konuşuyorsun, ben yuvarlanıyorum.

15 Nisan 2011

beni ne yollar ne kara dağlar,
öldürse öldürse yüksek lisanslar öldürür.
bu da bu geceki ikiliğim,
selamet dilerim.

03 Nisan 2011

Ahmak ıslatan zamanı şimdi. Gökgürültüsüyle sarsılarak boşalıyor yağmur. Dışarı çıkıp sırılsıklam olmalıyım. Saçlarım yağmur suyuyla yıkanmalı, zira kuruyunca dalgaları çok güzel oluyor.
 
İnsanlar durmadan konuşuyorlar. Anlatacak ne çok şeyleri var; ne kadar çok ve ne kadar boş. Bütün o konuşmalar, hareket eden bütün o çeneler, ses tellerinin lanet yetenekleriyle sese dönüşen bütün o gereksiz kelimeler... hepsi beynimi çürütüyor. Bazen bir sağır gibi baktığım oluyor etrafıma, alık gibi bakıp sadece kafa sallıyorum. Anlamsız geliyor bütün o dertler. Bir ahmak ıslatan kadar manaları yok.
 
Oysa yaptığın eylemin aksine bir tek sen konuşmalısın. Olmayan şeylerden bahsetmelisin bana. Konuşarak beynimi sikmeli, ahmaklığımı ıslatmalısın. Islatmalısın ki varlığının bir anlamı olsun. 

06 Mart 2011

..




Eğer cehennem diye bir yer varsa orası senin yanındı. Ağır aksak konuşman, yüzüne oturtamadığın karizmatik bakışların, yeşile çalan sarı dişlerin ve ellerin... Ellerin bana ayı yavrularını düşündürdü. Bir erkeğe göre bile kaba ellere sahip olmak nasıl bir duyguydu? Kaç kadının bedenini parçaladın o ellerle? O eller yüzünden miydi yalnızlığın? Bir anlığına acısam da sana, hemen geçti. Acınmaması gerekiyordu sana. Sana acındığı için bu kadar zavallıydın. Zavallı ruhun ve kirli tırnakların iyi bir ikiliydiniz. Ve seninle konuşmak istemiyordum artık. Boğuk sesini duymamak için aklımdaki kelimeleri ağzına verip boğazına boşaltmak istiyordum hıncımı.


26 Şubat 2011


Gerçekte bir neden yokken acı çeken insanları seviyorum ve size saygılarımı sunuyorum ve biraz daha canınızı acıtmak isteğiyle yanıp tutuşuyorum. Bu gece içkileriniz benden. İçin ve sarhoş olun ve gidip tuvalette sevişin ve kusun ve duvarın dibine çöküp orada sızın. İçkinin acıyı dindirdiğini sanmaya devam edelim ve yarın gece yine içelim.

fotoğraf

25 Şubat 2011

Sevimsiz bir gün. Hangi gökyüzünün beni yansıttığına karar vermeye çalışıyorum; bol güneşli, aydınlık olan mı yoksa gri, ışık geçirmeyen mi. Bu cümlenin sonuna soru işareti koymalı mıyım bilemiyorum. Noktalama işaretleri anlamını yitiriyor benim için, çoğu zaman. Virgülle bir alıp veremediğimin olduğunu biliyorum ama. 

Sevimsiz bir gün. "Rüyada kan görmek iyidir," dedi rüyamdaki kadın ikinci kez.

"Sadece bir aptal -ya da bir aziz- sanat tarafından ele geçirilmek istemez," dedi Patti. Sanatın hücrelerimden akması fikri beynimi uyuşturuyor. Beynimin uyuşması fikri beni heyecanlandırıyor. 

fotoğraf

20 Şubat 2011

çetrefilli eylemlerin adamıyım



çürüyüp gidivermek. çetrefilli bir eylem. bir yandan uzunca bir zamanı anlatırken diğer yandan ivedilik hissi uyandırıyor. bir yandan yıllar alırken öte yandan saniyeler tutuyor sanki. "hemen bir şeyler yapmalıyım" dedirtiyor insana, sonra da "hemen olmasa da olur" hissiyle aklını çeliveriyor insanın. çürüyüp gidiveriyoruz. hem sindirerek hem ne olduğunu anlamadan.

05 Şubat 2011

burun sokmak ve bok yemek arasındaki ince çizgi


Çok sinirleniyorum.
 İnsanların, başka insanların hayatları hakkında fütursuzca konuşma hakkını kendilerinde görmelerine çok sinirleniyorum.
 Bir insanın kıyafetini bile eleştirmek bana gereksiz ve burun sokmak gibi gelirken, insanlar bundan çok çok daha fazlasını yapmakta hiçbir sakınca görmüyorlar. Ve bu beni  gerçekten çıldırtıyor. Şu an yanımda olsaydınız yumruklarımı sıktığımı görebilirdiniz.
Bu zırvalıklar da nerden çıktı derseniz, utanmadan çekinmeden  Hıncal Uluç’un Defne Joy Foster ile ilgili olan yazısından çıktı derim. Biliyorum sıkıldınız bu konudan, ama burdan çok enterasan, ışıklı, morlu kırmızılı yerlere varacağımı garanti ediyorum.

Hıncal Uluç kısaca demiş ki “Defne ihanet ediyordu.”

Ben de diyorum ki “ee?”

Ben, işin ölünün arkasından konuşma kısmında değilim, hiç de olmadım. Ben “ihanet”in normal, olabilir bir şey olduğundayım. Hani aşık olmak, sevişmek, osurmak doğal şeyler  ya, aynı şekilde aldatmak da doğal olan insanlık hali. Hatta biraz abartıp ihtiyacı bile diyebilirim, evet bunu yaparım. Aşk, sevişmek nasıl iki insan arasındaysa ihanet de iki insan arasındadır; ihanete uğrayan ve ihanet eden, ve bu iki nokta arasındaki doğrunun dışında kalan üçüncü şahıslara da bok yemek düşer. Ama insanlar bu boku yemek yerine burunlarını iyicene sokmayı tercih ediyorlar ve bu halleriyle diğer insanların kafalarında “hıı bi kız şunu yapıyorsa kesin kaşardır, bir erkek bunu yapıyorsa kesin ibnedir” gibi önyargılar oluşturmayı başarıyorlar. -İşte bunlara küçükken anneleri hiç “SANA NE LAN!” dememiş, hep anlatmış hep beyan vermiş.-  Sonra bu insanlar, önlerinden geçen kızın saçıyla başıyla, yürüyüşüyle, kıyafetiyle, geçen ay ki sevgilisiyle ilgili bi saat muhabbet ediyorlar sonra da bana “amaan sen de hiç konuşmuyorsun” diyorlar. Yahu akıl vaar mantık var, ben sizinle ne konuşayım? Konuştuğunuz sikindirikler beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Sizi de ilgilendirmesin kardeşim. İnsanların hallerine, tavırlarına, hayatlarına burnunuzu sokmayın! Üstünüze vazife olmayan işlere karışmayın,  sana ne” derler adama.

-haydar’la fatma’nın odasından taktuk çatçut sesler geliyordu.
-aa yoksa sevişiyolar mıydı? Aay daha da 2 gün olduydu çıkmaya(?) başlayalı.
-o fatma da ne orospuymuş.

İşte gazetelere çıkıp yazılar yazan Hıncal Uluç’un yaptığı muhabbetin bundan hiçbir farkı yok.

Ve ben teker teker bütün bu insanların karşılarına geçerek, tükürüklerimi yüzlerine saçarak, bağıra çağıra “SANA NE!!!” demek istiyorum.


16 Ocak 2011


Ve benim için ağzını aç.

Ve konuş benimle.

Hayır, dokunma bana.

Sadece ağzını aç ve konuş benimle.

Ağzından dökülen her bir solucanı görmek istiyorum.

Ve onlara dokunmak.

Ve bu gece onlarla sevişmek istiyorum.




13 Ocak 2011

öyle işte

Küçük bir çocuktun
Buldum seni,
Ellerin ceplerinde,
Mırıldanıyordun bir şarkı
Bakarak güneşe.
Rüzgâr savurdu saçlarını önce
Fırtına geldi yıktı seni sonra,
Tuttum seni düşmedin böylece
Minnettardın bana, ben de sana.
Hayatıma girdin böylece.
Sevdim seni, sen de beni
Mutluluk geldi böylece.
Küçük bir çocuktun
Severdin saklambaç oynamayı,
Saklanırdın sürekli benden, kendinden
Ama gördüm seni, ebeledim böylece
Minnettardın bana, ben de sana.
Hayatıma girdin böylece.
Sevdim seni, sen de beni
Mutluluk geldi böylece.

2004

08 Ocak 2011

efenim, arka arkaya 2 gün yazdığım görülmüş şey değildir şu bloga. lakin Dif tarafından bir mimlenmişim ki sorma gitsin. şimdi burda bazı birtakım sorulara yanıt vericem -yanıtların ne kadar doğru olduğunu aranızda tartışabilirsiniz, ama ben olsam tartışmazdım, pek umrumda olmazdı yani bu durum- sonra da bazı birtakım insanları mimleyip onların bu soruları cevaplamasını sağlayacağım -onların cevaplarını aramızda tartışabiliriz ama-.


o zaman gelsin itiraflar!

- Kaç yaşındasın?
açık ve net 23. ne bi eksik ne bi fazla. ne daha azıyım, ne daha fazlası. 24 diyenin kafasını elime alırım. "30'a 7sene kalmış hehühö" diyene "ben küçük gösteriyorum" derim.


- İsminin son harfi ne?
"uuu beybi" der gibi U. ne değişik la, U'yla biten isim mi olur hiç.


- En sevdiğin renk?
hah işte bu soru beni benden alır, götürür. ne renk sevdiğimi bilmem ben, ama ne renk sevmediğimi bilirim: turuncu.


- Kilon kaç?
şimdi tam bilemiyorum ama 44-45-46 arası bişey. rüzgarlı, fırtınalı havalarda gideceğim yere normalden daha çabuk ulaşıyorum. bazen gitneyeceğim yerlere de ulaşıyorum. evet.


- Boyun kaç?
şimdi ben aslında bunu da tam bilemiyorum ama 1.62dir heralde. belki de 1.65. net bi bilgi yok elimizde.


- Ailenin kaçıncı çocuğusun?
ilk ve son olmakla beraber bir de tekim. ayrıca şöyle de ulvi bi özelliğim var; tek olup da şımarık olmayan tek çocuğum. sadece biraz sıkıntılıyım o kadar, tekim ya hep tek kalmak istiyorum.


- En sevdiğin şarkı?
hıh işte ben bi bu soruyu sevmem bi de "konusu ne?" sorusunu. çünkü bi filmin bi kitabın konusu sorulunca ben baştan sona anlatırım olayı. o yüzden ahanda şurda yanına kalp koyduğum şarkılar var ya, onlardan kendine en uygun olanı seç ve onu beğendiğimi düşün: http://www.lastfm.com.tr/user/nephentus/library/loved


- Sarışın mı, esmer mi?
bişey diyim mi? ben ne sarışın severim ne esmer severim. ama bazen hem sarışın severim hem esmer severim.


- Sigara?
sigara?


- Alkol?
tekila?


- Çayı fincanda mı içersin, bardakta mı?
her zaman kupada içerim. onu soğuturum, bi gün bekletirim, yanında kolayla içerim, ama kupada içerim.


ay oy aman bitmiş.


gelelim benimkilere:
aslı şeşen - anti-kahraman - nitra - dante









04 Ocak 2011

bak hele

Bir zamanlar bir sevgilim vardı. Adı GötAdamdı. Adından da anlaşılabileceği üzere yerli yersiz zamanlı zamansız çok götlük yapardı. Ottan boktan sebeplerle kavga ederdik. Yok efenim sen samanlıkta iğne bulamazsın, dişinle fındığı kıramazsın, yok efenim saçın niye mavi, burnun niye benli…

Yine bir keresinde biz bunla kavga ediyoruz. Geçmiş zaman konu neydi tam hatırlayamadım, ama bana demediği lafı bırakmadı. Benim ağzım boş durur mu ben de saydım buna küfürleri, hakaretleri, açtım ağzımı yumdum gözümü… sonra bu GötAdam öyle bir laf etti ki hiçbir insan evladı hiçbir öbür insan evladına demez bunu, yapmaz böyle işkence. Neye uğradığımı şaşırdım.  Kafamdan aşağı kaynar sular döküldü, kafamın tası eridi, beynim haşlandı. ‘Bu göt herif beni nasıl böyle bir duruma düşürebilir’, ‘benden nasıl böyle bir şey isteyebilir’, ‘şerefsize bak ulan’ diyerek kendimi iyice bi gaza getirdim gözlerimden ateşler çıkmaya, ağzımdan salyalar akmaya başladı. Bu saftirik de korktu herhalde geriledi biraz. Ama bu sefer harbiden çok sinirlenmiştim. Herife bak ya, göte bak hele sen, kalkmış bana nohut kadar aklıyla “ibiş mi, ben mi?” diyor. Ulan ölür müsün, öldürür müsün? Ulan dengesiz sen kendini ibişlen nasıl kıyaslarsın! Sen kimsiiin, ibiş kim! Seni mi seçicem sandın? Ne sandın? Hatta sen kendini ne sandın?