Hiçliğin ortasında iki hiçtik. İkiliğimiz, bir adam
edemiyordu tüm uğraşlara rağmen. Hiçliğin ortasındaki iki salıncakla anlam
kazanmıştı varlığımız biraz da olsa. Üşüyorum diye güneş vuran salıncağa ben
binmiştim. Senden hızlı sallanıyordum kabul etmesen de. Bu şekilde güneşe
gidebileceğimi söylediğimde gülmüş, inanmamıştın bana. Sen zaten hiç
inanmamıştın bana. Kuşların sabah ezanından hemen sonra ötmeye başladığını
söylediğimde de inanmamıştın, flamingoların karides yediği için pembe renkte
olduklarını söylediğimde de.
“Kullanmaya başladığında biter aşk” dediğim günü hatırlıyor
musun? Hani gülmekten oturduğun sandalyeden düşecektin neredeyse. Hani bir gün
ayrılıyorduk seninle. Hani ‘nokta’ koymanın tam zamanıydı. Hani ünlemli bir
“sus” demiştin bana, “çok zalimsin” demiştin. Oysa zalimlik, ayağının altıyla
böcek ezen çocuğun gözlerinde gizliydi. Zalimlik, kızına tecavüz eden babanın
hastalıklı hormonlarında saklıydı. Zalimlik, bir lafıyla cehennemi boylatan din
tüccarlarının kirli ellerindeki parada can bulmuştu. “çok zalimsin, sus!”
Sustum, ama susmak yerinde bir karar değildi. Belki de saçak altına sığınmak
yerine doluya tutulmanın ağırlığı altında paramparça olmalıydık. Susmak yerine
birbirimizin beyin salatasını yapıp gelecek yarışmacılara ikram etmeliydik. Ama
sustuk.
Susunca hatırlamıştım, bir söz vardı bana verdiğin. Çantamı karıştırmaya başladım, “burada, bir
yerde olacaktı.” Çantanın dibinden bulup çıkardım sözü. Yaldızı yer yer
bozulmuş, yanımda taşıdığım ağır kitap ezmişti kenarlarını. Boğuk sesinle ve
‘gururumdan ödün vermem’ bakışlarınla bende kalmasını istedin, lakin sözler
verilmek içindi. Bana verdiğin sözü, sana geri vermeliydim ki başka bir kadına
verebilesin. O da sana iade etme inceliğini gösterirse bir sonrakine verirdin.
Sözü masaya koydum. Söz, masada kaldı.